Mevcut durumda AKP ’nin hukuksuzluk, otoriterlik, devlet şiddeti, kendi gibi olmayanları aşağılama vs. gibi artık maalesef rutinleşen istikametine eşlik eden ve aynı çapta aciliyet kesbeden bir gelişme daha var. Doğaya karşı gözü dönmüş bir tahribat, talan ve insanları yerinden etme. Bu, tüm Türkiye’ye şamil topyekün bir saldırı halini almış vaziyette.
3. havalimanının İstanbul’un kuzeyinde yaratacağı tahribatı, 3. köprünün daha şimdiden dehşet verici biçimde traşladığı yeşil alanları, köprü açılınca o ormanlarda yaşanacak kentleşmeyi, meşhur kanal projesinin yaratacağı muhtemel felaketi, Mersin ve Sinop’ta nükleer santrallerin adım adım ilerlemesini, HES projelerinin bilhassa Karadeniz’de yarattığı yıkımı aklımızdan çıkarmadan sadece son bir hafta olup bitenlere bakalım mı?
İkizdere
Kısa bir yağmur artık bir beton çölüne dönen İstanbul’da sel sularına neden oldu. Neden? Çünkü yağan yağmur artık toprağa ya da dereye kavuşamıyor, İstanbul doğal dengesini tamamen kaybetmiş vaziyette. Yani 2009’da meydana gelen ve 30’u aşkın cana mal olan sel felaketinden pek de ders çıkarmış gibi görünmüyoruz. Ve aynı çapta vahim gelişmeler var.
Rize’nin İkizdere ilçesindeki HES (Hidroelektrik Santral) projesini protesto eden köylüler sert bir müdahaleye maruz kaldılar. BirGün gazetesinin haberine göre dinamit patlatılmasını protesto etmek için oturma eylemi yapan köylüler Jandarma’nın dayağıyla karşılaşmış. Bir mağdurun ifadesi şöyle: “Komutan ‘Kalkmıyor musunuz’ dedi ve 100 kadar asker cop ve kalkanlarıyla saldırmaya başladı.” (2 Haziran 2014, BirGün)
Konu CHP ’nin salı günkü grup toplantısında Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu tarafından da gündeme getirildi. Kılıçdaroğlu’nun -bence yanlış biçimde- “Başörtülü bacımı ne hale getirdiler” temasında sunduğu vaka, esasen devletin ve AKP’nin çevreyi tahrip eden, kalkınma/sanayileşme/özel sektörle birlikte AKP kliğini ihya etme projesinde nasıl bir gözü dönmüşlükle hareket ettiğini ve kolluk güçlerinin de bu politikaya uygun bir şekilde gaddarlaştığını gösteriyor.
Amasya nöbeti
Yine son bir haftanın vakalarından gidecek olursak, bir de Amasya meselemiz var. Salı gecesi, Hızırpaşa mahallesi İstasyon caddesindeki ağaçlık alanın akaryakıt istasyonu yapımı için tahrip edildiğini gören yurttaşlar nöbet tutmaya başlamış durumdalar. Bir tür mikro ölçekte “Gezi” direnişi yaşandığını söylemek yanlış olmaz sanırım. Elbette devletin buna nasıl “karşılık” vereceğini de göreceğiz. Fakat arazinin kullanım hakkını TCDD’den devralan şirketin açıklaması hayli tanıdık geldi, doğrusu: “Bu parkı geceleri tinerciler istila ediyor ve Amasya halkı bu durumdan çok şikayetçi. Burada yapılacak işletme sanıldığı gibi halktan tepki görmüyor, tam tersine bu bölgede yaşayan insanlar bize destek veriyor. Bu olayın bu kadar büyümesini biz de istemezdik. En kısa zamanda olaylar daha da büyümeden bir çözüm bulup inşaatımıza bir an önce başlamak istiyoruz. Çünkü kaybettiğimiz her gün hem maddi hem manevi bize zarar veriyor.” (4 Haziran 2014, Radikal)
Gezi Parkı’nda da karşımıza çıkan, yeni dönemin ideolojisi bu. Tekinsiz, zararlı kimselerden “temizlenen” kentler, meydanlar. Kim itiraz edebilir ki? Haşere ilaçlaması yapıyormuş sakinliğinde ve soğukkanlılığında insandan “arındırılan”, yok edilen yeşil alanlar. Yerine tabii ki AVM’dir, benzincidir, rezidanstır, artık ne denk gelirse… Yeter ki oraları yeni nesiller doldursun. Ve bir de tabii maddi ve manevi zarar yaşanmasın.
Okmeydanı kararı
Ve meselenin bir başka yönü. Çarşamba sabahı gazeteleri elimize aldığımızda bir baktık ki, Okmeydanı “riskli alan” ilan edilmiş. Evet devletin de büyük bir itina ile “suç bölgesi” haline gelmesi, öyle algılanması için elinden geleni yaptığı, daha geçtiğimiz hafta 5-10 gencin gösterisine müdahale edeceğim diye cemevi bahçesindeki bir insanı silahla vurup öldürdüğü, Sünni iktidarın zihnindeki “Alevi” meselesinin bütün bu olup bitenlere bir alt metin oluşturduğunu görebildiğimiz Okmeydanı. Kararı alan, Beyoğlu Belediyesi. Gerekçe ise şu: “Plansız bir şekilde, mühendislik bilimi ve kontrolünden uzak, etap etap kat artışı ve eklentiler şeklinde yapılaşan bölgede konut stoğu oldukça sağlıksız durumdadır. Günümüz şartlarına göre ekonomik ömrünü yitirmiş ve beklenen İstanbul depremi karşısında risk teşkil eden yapılar niteliğindedir. Bu durum bölge yaşayanları için büyük yaşam riski oluşturmaktadır.”
Normal şartlarda makul olabilecek bu kararı malum şartlarda normal karşılamak mümkün mü sizce? Ve elbette ki mesele sadece Okmeydanı değil. Bu kentsel dönüşüm denen hamlenin AKP ile içiçe geçmemiş, tutamaksız, korunmasız kalmış kesimler için aslında bir “yıkım” anlamına geldiğini, dönüşümün bu kesimleri mahallelerinden etmekle, bu mahallelere yeni devrin işini bilen insanlarının yerleşmesiyle sonuçlanacağını herhalde artık hepimiz biliyoruz, tahmin edebiliyoruz.
Dolayısıyla siyasetteki otoriterleşmeyi, fetih ruhunun her fırsatta canlanmasıyla tanık olduğumuz o ağır milliyetçi tonu, her itirazda olağanüstü hal atmosferine ne kadar da çabuk geçebildiğimizi; doğal hayata, hayatın kendi gidişatına yönelik bu büyük ve gaddarca saldırıyla birlikte de değerlendirebiliriz. Gördüğümüz şu: Manzara nefes kesici. Ama gerçek anlamıyla. İnsanı boğan anlamıyla.
Peki neden böyle? Yani AKP’nin bu saldırganlığı nereden kaynaklanıyor? Sadece araziyi ranta çevirme ve para hırsından mı? Kendine göbekten bağlı bir özel sektör ile hem kendilerini kalkındırmak hem de istihdam yaratmak vs. gibi yan sonuçlarla ülke göstergelerini yukarı çekerek “büyük ülke”liğe girmek takıntısı, hırsından mı? Bilemiyorum.
Saldırı topyekünse
Ancak gördüğümüz manzara, o hikmetinden sual olunmaz “kalkınma” argümanı altında ülkenin en azından yakın dönemdeki (90’larda Güneydoğu’daki “yangını” da unutmadan) en büyük tahribatına, topyekün bir saldırıya maruz kaldığı. Elbette buna kültürel gerekçeler de bulmak mümkün. Yani kapitalizm ile hemhal olmuş sağın ve genel manasıyla sağ zihniyetin bu konularda pek de hassas olmadığını zaten biliyoruz. Ancak tekrar altını çizeyim: Böylesine herhalde ilk kez tanık oluyoruz. Manzara AKP’nin bu hayli kendine has sağ otoriterizminin neredeyse kendi halinde yaşayıp giden her şeye, börtü böceğe bile düşman olduğu hissini uyandırıyor. Mahallesinde kendi halinde yaşayanı mahallesinden et, ağacıyla yeşiliyle yaşayanı ağacından et, kuşu kurdu ormanından et, köyü suyundan et. Her yere kendi izini bırak, kendi izini dik. Totaliterliğe hayli yakın, hastalıklı bir düşünce dünyası değil mi bu? Meşhur şiirin dizelerini hatırlayacak olursak, “Bana selam vermeyen kuşun, yuvasını bozacağım” diyebilir miyiz mesela? (‘Selam verene de imarlı arazi vereceğim’ diye de devam edebiliriz.)
Velhasıl. Saldırı topyekün. Bakalım savunma da topyekün olabilecek mi?