Sadece İstanbul’da 25 kişinin yaralanmasına, Türkiye genelinde 20-25’i çocuk 400 kişinin gözaltına alınmasına yol açan olay nedir? Bir grup insanın Gezi’nin 1. yıldönümünde Gezi Parkı’na çiçek bırakıp bir bildiri okumak istemesi! Başka bir deyişle, toplantı ve gösteri haklarının barışçı bir biçimde kullanılması. İktidar, buna izin vermeyerek, bu temel hak ve özgürlüğün kullanılmasını engellemeye kararlı olduğunu bir kez daha gösterdi.
Siyasal iktidar ve onun polisleri dışında, artık herkesin bildiği bazı hukuksal doğruları bir kez daha özetlemek gerekli: 1 Haziran’da olanlar toplantı ve gösteri hakkının kitlesel bir ihlalidir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ’ın tersini söylemesine karşın toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı izne tabi değil. Anayasanın 34. Maddesi bu konuda çok açık. Halkımız Anayasa’nın 34. Maddesi’ne ya da Başbakan’a inanmakta elbette serbest. Barışçı bir toplantı ve gösteriye bildirim yapılmasa dahi polis müdahale edemez. Devlet barışçıl toplantı ve gösterilere müdahale etmemek ve bunları müdahalelere karşı korumakla yükümlüdür. AİHM’in Oya Ataman, DİSK-KESK kararları bu konuda çok açık. Bu kararlar bizim iç hukukumuzun parçası. Toplantı yerinin kararlaştırılması düzenleyenlere ait bir yetkidir. AİHM kararları, Venedik Komisyonu raporu bu yöndedir. Şiddet, polisin barışçı gösterilere karşı orantısız güç kullanmasından kaynaklanıyor. Polisin orantısız güç kullanması, işkence ve kötü muamele yasağının ihlalidir. Bu yasağı Anayasa’nın17. Maddesi’nde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 3. Maddesi’nde, TCK’nın 256. Maddesi’nde bulabilirsiniz. Polis, bu temel insan haklarını ihlal ederken suç işledi. Yargılanıp cezalandırılmaları gerekir. Hiçbir hukuksal dayanağı olmadan insanları gözaltına almak Anayasa’nın 19. Maddesi’nin ve AİHS’nin 5. Maddesi’nin ihlalidir.
Polis suç işledi
Polise barışçı gösterilere karşı şiddete başvurulması yolunda verilen emirler, kanunsuz emirlerdir. Bu emirleri verenler suç işliyor. Anayasa’nın 137. Maddesi gereğince bu emirler, “hiçbir suretle yerine getirilemez”. Bu emirleri yerine getiren polis de suç işlemiş olur.
Hannah Arendt ‘Şiddet Hakkında’ adlı kitabında, iktidar ve şiddet arasındaki ilişkiye değinir. Arendt’e göre, şiddet ve iktidar arasındaki ilişki ters orantılıdır. İktidar zayıfladıkça, tehlikeye düştükçe şiddete başvurur. İktidarın tehlikeye düşmesi, iktidarın şiddete dayanarak kendini sürdürmesi yolunda bir eğilim doğurur. Şiddet, iktidara zafer getirebilir. Ancak bu zaferin en ağır bedelini iktidar gücünü yitirerek öder. Günümüz Türkiyesi’nde olan da bu. İktidar gücünü, meşruiyetini yitirdikçe daha fazla şiddete başvuruyor. Ancak bu onun daha fazla güç ve meşruiyet yitirmesine yol açıyor.
İktidar, insanların Taksim Meydanı’nda toplanmasından, kitap okuyanlara bile izin vermeyecek kadar korkuyor. Türkiye’nin her yanından getirilerek Taksim’e yığılan ve en küçük bir topluluğa karşı görülmemiş bir hiddet ve şiddetle saldıran binlerce çevik kuvvet polisi, bu korkunun bir belirtisi.
Korkutan ortak irade
İktidar Taksim Meydanı’ndan neden korkuyor? Taksim Meydanı, bir kamusal alan. Kamusal alan devlete ait, devletin denetiminde olan bir alan değil. Kentte yaşayan insanların biraraya gelerek kendi yaşamlarını ilgilendiren sorunları eşit bir biçimde, özgürce tartıştıkları ve politik tercihlerini ortaya koydukları kamuya açık bir alan. Kamusal alan aynı zamanda çoğulculuğun gerçekleştiği alan. Gezi’de gördüğümüz gibi insanlar buraya farklılıklarıyla birlikte geliyorlar. O farklılıklarıyla görüş belirtiyorlar. Ama herkes ötekinin farklılığına saygı gösteriyor. Onunla diyaloga giriyor. Kamusal alan sadece insanların fiziksel olarak biraraya geldikleri meydanlar değil. Sosyal medya da bir kamusal alan niteliğini taşıyabiliyor. Bu kamusal alanlardan bir ortak irade doğuyor. İşte iktidarı korkutan bu ortak irade.
İktidara direnme
Fransız düşünür Lefébvre, ‘Kent Hakkı’ adlı kitabında kent hakkı kavramını kentlerdeki toplumsal ve siyasal yapılanmayı değiştirmeye yönelik bir kavram olarak ortaya koyuyor. Bu değişimin amacı, kentsel mekânın denetimini sermaye ve devletten alıp kentte yaşayanlara aktarmak. Lefébvre, kent hakkının iki haktan oluştuğunu ileri sürer: Karar alma süreçlerine katılım hakkı ve kentsel mekâna el koyma hakkı.
Taksim Meydanı için verilen mücadeleyi de bu açıdan görmek gerekir. Türkiye’de kentler siyasal iktidar ve sermaye arasında paylaşılmış durumda. Bunun sonucunda, kentler kültürel ve doğal zenginliklerin ortadan kaldırıldığı beton yığınlarına dönüştü, insandan ve doğadan soyutlandı. Taksim Meydanı mücadelesi kentte yaşayanların iktidar ve sermaye egemenliğine son vermek, kentsel mekânları korumak, bu mekânlara el koymak için verilen bir mücadele. Kentlerin demokratikleşmesi için verilen bu mücadele aynı zamanda siyasal iktidarın baskıcı, otoriter yönetimine karşı verilen özgürlük mücadelesinin bir parçası. İktidarın kentsel mekânların denetimini ne pahasına olursa olsun elde tutmak istemesi, bunun için insanları öldürmeyi, sakat bırakmayı bile göze alması boşuna değil. Kamusal alanlarda doğan ortak irade, iktidara karşı bir direnme, bir toplumsal barışçı itiraz.
Korkmayınız, sakin olunuz
Prof. Baskın Oran’ın Radikal İki’deki son yazısında 1871 Paris Komünü ile Gezi Olayları arasında kurduğu paralelliğe Tahrir, Tiananmen, Sintagma, Barcelona’daki Plaza del Sol ve Plaza del Katalonya, Sao Paoulo meydanlarını, Wall Street’teki “Occupy Wall Street” hareketini eklemek gerekli. Bunların hepsi kamusal alanlardan doğan halk patlamaları. O nedenle AKP iktidarının binlerce polisi yığması, Taksim’e çıkarlar korkusuyla kent içi ulaşımı iptal etmesi, meydanlardan duyduğu korkunun ifadesi.
Demokrasinin yerel düzeyde yeniden tanımlandığı günümüzde, Türkiye bir yandan giderek daha çok merkezileşiyor, öbür yandan iktidar yerel demokrasi taleplerini boğmak için her türlü çabayı gösteriyor.
Türkiye’nin her şeyden önce meydanlardan korkmayan bir iktidara ihtiyacı var.
* İzmir CHP milletvekili