“Aşitî naxwazim, şer, şer, şer!” Yani, “Barış istemiyorum, savaş savaş savaş!” İki göstericinin askerlerin açtığı ateş sonucu yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan Lice olaylarında dikkatimi çeken en önemli olay, cenazelerini almak üzere morgda bekleyen aile üyelerine ve kitleye gazla müdahale eden polise karşı gençlerin attığı bu slogan oldu. Yıllarca barış için emsalsiz bir mücadeleyi ısrarla veren Kürtlerin, barış/çözüm sürecinde yüksek güvenlikli karakol yapımına karşı barışçıl bir mücadele yürütürken, askerlerin silahlı saldırısına maruz kalması, iki kişinin yaşamını yitirmesi ve sonrasında yukarıda alıntıladığımız sloganın atılması, bölgedeki sosyo-politik ve sosyo-psikolojik atmosferin nereye doğru değiştiğini göstermesi açısından önemli.
Ateşkes mi, çözüm mü?
Bu noktada barış/çözüm sürecinin mahiyetini yeniden tartışmakta yarar var. Bugüne kadar olan biten hatırlandığında bir barış/çözüm sürecinden ziyade bir ateşkes durumunun hakim olduğu söylenebilir. Aslında bu ikilemin, sürecin ikili karakterinin Öcalan ile devlet arasında görüşmelerin başladığı tarihten bu yana devam ettiği söylenebilir. İlk ihtimal, tarafların güncel dinamiklerin zorlamasıyla dönemsel olarak bir ateşkese ihtiyaç duyduğu şeklinde özetlenebilir. Barış süreci başladığında AK Parti ’nin önünde üç önemli seçim (yerel, cumhurbaşkanlığı ve genel) olduğu dikkate alındığında, hükümet açısından çözüm/barış sürecinin ana hedefinin seçimler öncesi Kürt hareketini pasifleştirme olduğu söylenebilir. Öte yanda, Kürt hareketinin de Rojava’da ilerleme kat etmek için hem gücü ve enerjisini oraya kanalize etmek hem de Türkiye ’nin desteğini alamasa da onu tarafsız kılmak için bir ateşkese ihtiyacı vardı. İkinci ihtimal ise, -Öcalan’ın 2013 Newroz’unda okunan mektubun içeriği hatırlandığında- devletin yüzyıllık pratiğini gözden geçirerek Kürtlerle kurduğu ilişkide radikal bir değişime gitmeye kararı verdiği ve hem kendi Kürtleriyle hem de Irak ve Suriye’de bulunan Kürtlerle barışa ve dayanışmaya dayalı yeni bir ilişki geliştirmeye niyet ettiği şeklinde özetlenebilir. Temel soru ise şuydu: Birinci ihtimalden ikinci ihtimale bir geçiş olacak mı? Başka bir ifadeyle, süreç ateşkesten çözüme/barışa doğru evrilecek mi?
Ateşkesin sonu?
Lice olaylarında kitlenin attığı “barış istemiyoruz” sloganı, Kürt cephesinde kitleler nezdinde ateşkesin gittikçe anlamsızlaştığını gösteriyor. İşin doğrusu, Türkiye’nin Suriye politikası, özellikle Rojava’ya dönük “barışçıl” olmayan politikası, uzunca bir zamandır zaten Türkiye Kürtlerini barış konusunda şüpheye düşürmüştü. Zira Öcalan’ın Kürtleri ikna etmek için 2013 Newrozu’nda Diyarbakır’da yüzbinlere okunan mektubu, Ankara’nın sadece Diyarbakır ile değil, aynı zamanda Hewlêr (Erbil) ve Qamişlo ile barışını öngörüyordu. Kürtler Ankara-Hewlêr barışına paralel olarak Ankara-Qamişlo arasında bir barış ve dayanışma hattı inşa edilmeden, Ankara-Diyarbakır arasında bir barış ve dayanışma hattının inşa edilemeyeceğini çok iyi biliyor. Türkiye’nin Kürt bölgesinde inşa edilen yüksek güvenlikli karakollar ve ardından gelişen Lice protestoları, Türkiye ve Kürt hareketi arasında kuzeyde kesilen ancak Rojava’da devam eden ateşin -bir önlem alınmadığı takdirde- yayılma riskinin artığını gösteriyor. Zira zaman kazanmak üzerine inşa edilen ateşkes için fazla zamanı her geçen gün daralıyor. Barış/çözüm sürecini zaman kazanmaya ve seçimlere endeksleyen, bu anlamda çözüm yerine ateşkesi önceleyen yaklaşımların yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimiyle birlikte yeni bir krize gireceği ve Lice gibi olayların meydana gelme riskini artıracağı öngörülebilir.
Kürt meselesini konuşmak
Peki ne yapmalı? Çıkış yolu ne? Bu noktada şunu iddia edebiliriz: Lice olaylarının meydana gelmesinin en önemli nedeni, Öcalan ve devlet arasında görüşmelerin başlamasından bu yana neredeyse 20 ay kadar bir zaman geçmesine rağmen, daha Kürt meselesini konuşamamamız. Onca zamana rağmen, silahsızlanma, seçmeli ders, özel okullarda çift dilli eğitimden öteye bir adım ileri gidemedik. Kuşkusuz silahsızlanma barış/çözüm sürecinin en önemli meselelerinden birini oluşturuyor. Ancak, bu meselenin de sanıldığının aksine tek başına PKK ’nin silahsızlanması sorunu olmadığını, neredeyse bir asırdır olağanüstü yönetimlerle idare edilmiş Kürt coğrafyasının bir bütün olarak normalleşmesi ve militarist yapılardan arındırılması ve yaşamın normalleşmesi gerektiğini de belirtmek gerekir. Bu anlamda, olası bir çözüm, Max Weber’den bu yana “şiddet tekeli” olarak tarif edilen devletin egemenliğinin yeni bir toplumsal sözleşmeye dayalı olarak bölgede yeniden paylaşımını gerektirdiği açık. Ancak bu konuda mesafe kat etmek, Kürt meselesinin çözümünde yol almakla mümkün olacak. Ve yukarıda saydığım adımlar meselenin alfabesinin ilk harfini bile oluşturmuyor.
Kürt meselesinin bir barışa ve daha doğru bir tabirle bir çözüme kavuşabilmesi için üç ana hususta radikal adımlara ihtiyaç var. Bunlardan ilki hiç kuşkusuz, Kürt kültürel kimliğinin yeniden üretimine olanak tanıyacak ve yeni kuşaklara aktaracak bir kültür idaresinin inşası. Bu konuda İspanya/Katalanya deneyimi, uzun yıllar baskı altında kalmış bir dili önceleyen asimetrik iki-dillilik politikalarının bile, baskılanmış dili korumaya yetmediğini ortaya koyarken, biz anadilde eğitim meselesini bile daha konuşamadık.
Ekonomik kaynaklar
İkinci olarak, ekonomik egemenliği paylaşmayı öngören bir iktisadi idarenin inşası. Kürt bölgesini Türkiye ekonomisi içinde çeper bir ekonomi olarak inşa eden ve on yıllardır Kürt coğrafyasından batıya sürekli bir kaynak transferi üzerine kurulu ekonomik sistem, bölgeler arasında derin bir ekonomik eşitsizlik kurmuş durumda. Bu ekonomik sistem içinde, Kürt bölgesi en yoksul ve yoksun bölgeyi oluşturuyor. Ekonomik kaynakların adil bölüşümü ve gelişmiş bölgelerden mahrum edilmiş bölgelere doğru bir kaynak transferi olmadığı sürece bu eşitsizliği gidermek mümkün olmayacaktır. Durum bu kadar açık iken, G. Kışanak’ın, “petrolden pay istiyoruz” açıklamasının batıda ve hükümet cephesinde yarattığı tepkiyi hatırladığımızda, çözümden ne kadar uzak olduğumuz ortada.
Son olarak, hem kültür idaresini hem de iktisadi idareyi güvence altına alacak, her ikisini de kapsayan ancak bunları aşan bir idari ve siyasi egemenliğin paylaşım ve dayanışma üzerine inşası. Böylesi bir idari ve siyasi egemenliğin inşası, daha doğrusu merkez ve bölge(ler) arasında paylaşımı, Kürt bölgesinin (ve diğer bölgelerin) geleceğini Ankara’daki hükümetlerin insafına terk etmeyi önleyecek, hem Kürt kimliğinin yeniden üretimini mümkün kılacak hem de gelişmiş Ege ve Marmara bölgelerinden Kürt bölgesine kaynak transferini sağlayacaktır. Kurulacak böylesi bir idari ve siyasi sistem, merkezi hükümetlerden ve partilerden bağımsız olarak, egemenliğin paylaşımını yazılı kurallarla güvence altına alacaktır.
Ateşkesten çözüm yoluna daha girebilmiş değiliz. Ve bu yol sanıldığının aksine, meşakkatli bir yol…
* Dr., Po. de Paris