Bir yıl önce Taksim’de Gezi Parkı’nın Divan Oteli’ne bakan yüzünde, sabaha karşı ağaçların sökülmesini engellemek için toplanan bir avuç insana karşı belediye zabıtası ve ardından güvenlik güçleri orantısız bir güç ve şiddet kullandı. Buna karşı hızla büyüyen tepki, dünya toplumsal hareketler tarihine Gezi direnişi, Gezi isyanı veya Gezi protestoları adıyla geçen ve bir ay boyunca tüm Türkiye’ye yayılan büyük bir toplumsal hareketi tetikledi. Gezi Parkı, 15 gün işgal edildi. Bu süre zarfında Taksim Meydanı ve yakın çevresi güvenlik güçlerinin uzaktan seyrettiği fiili bir serbest alana dönüştü. 16 Haziran’da polisin baskınla parkı boşaltmasını izleyen iki hafta boyunca protestolar tüm Türkiye’ye yayıldı. 81 ilin 80’inde büyüklü küçüklü Gezi protestoları yapıldı.
Bir parkın alışveriş merkezine dönüştürülmesi, yayalaştırma adı altında meydanın insansızlaştırılması girişimlerine direnişi aşan bir tepki ve öfke birikimi patlaması oldu Gezi eylemleri. Bu tepkilerin bu denli yaygınlaşması ve radikalleşmesinde birinci sorumlu Tayyip Erdoğan ’ın şahsen ve ısrarla parka bina dikme projesini savunması ve bunu artık üzerinde tartışma gereği olmayan, nihai kararı verilmiş bir proje olarak kibirle sunması oldu. Bir de güvenlik güçlerinin kullandığı şiddeti zımnen onaylayan tavrı. Önce AVM, iş biraz sarpa sarınca otel, o da yetmeyince kent müzesi yapılacağını ilan eden Başbakan, yangına körükle dalıp AKM’yi yıkıp barok opera binası inşa etme projesini de bu arada ortaya attı. Meydana camii yapılacağının da ısrarla altını çizdi. Başbakan’ın geçen Haziran ayının ilk iki haftasındaki tavrı, bu tür protestoları önemsemediğini, iktidarın artan ahlaki müdahaleciliği ve otoriterliği karşısında biriken toplumsal tepkinin farkında olmadığını veya bunu küçümsediğini gösteriyordu. Gezi protestolarının hızla bu denli büyümesini ve beş hektarlık bir kent parkının korunması mücadelesini kat be kat aşan bir genel toplumsal tepkiye dönüşmesini, her şeyden önce Başbakan’ın şahsen başardığını teslim etmek gerekiyor.
Gezi’nin bir haysiyet ayaklanmasına hızla dönüştüğünü, yurttaş haysiyetinin çiğnendiğini düşünenlerin “artık yeter” demek üzere ve barışçıl biçimde sokaklara döküldüğü bir toplumsal tepki yoğunlaşması anı olduğunu birçok kez dile getirildi. Barışçıl niteliği ağır basan gösterilerde polisin biber gazını, plastik mermiyi bir saldırı silahı olarak kullanması sonucu birçok yurttaş hayatını kaybetti, sakat kaldı. Başbakan’ın bu ölüm, kalıcı sakatlanma ve ağır yaralanmalara neden olan güvenlik güçlerini “destan yazmakla” taltif etmesi, AKP iktidarının giderek öne çıkan otoriter niteliğini simgeleyen sözcük oldu.
Sonuçta Başbakan, Gezi Parkı konusunda kaybetti. Ama AKM polis tarafından işgal edilmeye devam ediyor. Taksim Meydanı ise bir gün halka açılan, ertesi gün kapanan bir meydan oldu. Erdoğan iktidarının bu cephede yenildiğini bir türlü kabul edemeyişinin, kibrinin ve nobranlığının ve bir bakıma diken üzerinde oturur oluşunun simgesine dönüştü.
Kriz yönetimindeki başarısızlık
Erdoğan, gücünün zirvesinde olduğunu düşündüğü bir anda hiç beklemediği bir konuda tökezledi Gezi olayları sırasında. Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde başkanlık rejimini hayata geçirme projesi bu sırada bütünüyle çöktü. Yurtdışında ise, birdenbire büyük bir prestij kaybına uğradı. Dolayısıyla Gezi protestolarını “yeter artık!” diyen bir yurttaş eylemi olarak değil, şahsen kendisine karşı düzenlenmiş bir komplo olarak algıladı. Bu elbette etrafında muhafazakâr seçmen kenetlenmesi sağlayacak ve partisi içinde ve çevresinde büyük bir başarısızlıkla yürüttüğü kriz yönetimi konusunda eleştiri dile getirilmesini önleyecek bir savunma silahıydı. Bu açıdan başarılı olduğu kesin.
Tayyip Erdoğan, bir yıl sonra Gezi olaylarını kendisine karşı düzenlenmiş bir komplonun ilk adımı olarak görmeye devam ediyor. Bunu partisi ve yandaşlarının sadece bu biçimde değerlendirmesine özen gösteriyor. Geçen hafta yaptığı konuşmada, bir yıl önce nasıl hiç beklemediği bir anda ayağının altından halının kaymasını, birilerinin bu halıyı çektiği biçiminde anlamaya devam ettiğini gösteriyor.
Erdoğan’a göre geçen 28 Mayıs’ta “işler o kadar iyi gidiyordu ki!(…)Türkiye adeta şaha kalkmış(tı)… Ama sonra bir şey oluyor. İstanbul’da Gezi Parkı’nda başlayan eylemler. Neymiş, ağaçlar sökülüyormuş. 12 ağaç nakledilecek ve bu istismar edilerek dalga dalga ülke geneline yayıyorlar. Düğmeye bir yere basılıyor (…) O kadar hazırlıklı bir saldırı yapılıyor ki, huzur, istikrar, ekonomi hedef alınıyor. (…) Ortada herhangi bir şey yok, tek gerekçeleri ne? 12 tane ağaç. Hamdolsun, dik durduk, sağlam durduk, eğilmedik, bükülmedik ve bu saldırıları bertaraf ettik.”
Evet, Başbakan bütün bunların epi topu “12 ağaç” bahanesiyle yapıldığını şimdi iddia ediyor. Ama nedense partisinden veya onu destekleyen çevreden bir kimse de kalkıp, “12 tane ağaç” içinse eğer, bu eğilip, bükülmemenin, dik durmanın, saldırıları bertaraf etmek için feda edilen canların, sakat kalanların anlamı nedir diye sorma cesaretinde bulunmuyor. 12 ağaç iddiası, Gezi olaylarında iktidarın toplumsal muhalefeti itibarsızlaştırmak için sarıldığı “camide içki”, “üstü çıplak erkeklerin tartaklayıp, üzerine işediği başörtülü kadın” yalanlarından çok daha tehlikeli ve Türkiye toplumunun 21. yüzyıldaki en önemli kimlik fay hattı haline hızla dönüşen Alevi sorununu besleyecek bir simgeye dönüşme potansiyeli taşıyor. Gezi olaylarının bir “Ali’siz Aleviler” komplosu olduğunu önce AKP’nin tetikçi kalem ve ağızlarından, sonra yetkili kişilerinden duyulmasının simgesel zeminini hazırlıyor “12 ağaç” simgesi. Kimse parkta ilk gün kaç ağaç söküldüğünün hesabını bildiğim kadarıyla tutmamıştı. Başbakan’ın “birkaç ağaç” değil, “12 ağaç” diye üstüne basa basa ifade etmeye çalıştığı şeyin ne olduğunu bu toplumun Sünni çoğunluğu da, Alevi azınlığı da hemen anlamaya hazır bir ruh halinde bugün.
Görünen o ki, Tayyip Erdoğan hem Türkiye’de hem dünyada moral üstünlüğü kaybettiği an olan Gezi anını, temsil ettiği toplum kesiminin huzur, refah, güvenlik ve iktidarını tehdit eden bir azınlık komplosunun simgesine dönüştürmeye kararlı. Her çatışmayı kültürler ve kimlikler çatışması alanına çekerek, kısa-orta vadede etrafında bir destek tahkimatı sağlayabileceğini gösterdi. Eğer Gezi ruhu diye bir şey varsa, onun önümüzdeki dönemde bozması gereken en önemli oyun, muhafazakâr-otoriter muktedirin bu kültür ve kimlik çatışmalarını körükleyen provokasyonları ve taktikleridir. Gezi Parkı işgaline hakim olan zihniyet tam da kültür ve kimlik kamplaşmasını aşan, farklı kimlikleri içinde özgür ve eşit yurttaş toplumu deneyimiydi. Muktedire olan tepkinin bizi yeniden ve daha fazla kültürel kimlikler üzerinden mücadeleye hapsetmemesi umuduyla, Gezi protestoları sırasında hayatını kaybedenlerin, sakat kalanların önünde saygıyla eğiliyoruz.